Türkiye tarihinde bir ilk!

Türkiye’de ilk defa Diyanet İşleri Başkan Yardımcılığı’na bir kadın atandı. Prof. Dr. Huriye Martı pazartesi görevine başlayacak.

Türkiye tarihinde bir ilk!

Türkiye’de ilk defa Diyanet İşleri Başkan Yardımcılığı’na bir kadın atandı. Prof. Dr. Huriye Martı pazartesi görevine başlayacak.

Başbakan Yardımcısı ve Hükümet Sözcüsü Bozdağ, “Cumhurbaşkanımız, Başbakanımız, Diyanet İşleri Başkanımız, hep birlikte yapılan istişareler sonucunda ilk defa Türkiye Cumhuriyeti devleti Diyanet İşleri Başkan Yardımcılığı’na Prof. Dr. Huriye Martı isminde bir hanımefendi atanmıştır. Vekaleten atama kararını imzaladık. İnşallah Pazartesi günü görevine başlayacak” dedi.

KADIN SAYISI ARTACAK

Bozdağ, “Bütün illerde il müftü yardımcılarından en az bir tanesi bundan sonra kadın olacaktır. Büyükşehirlerde belki daha fazla ama bütün illerde bir tane de kadın müftü yardımcısı atamasını gerçekleştireceğiz. Kadın vaizlerin sayısını da atıracağız, Kur’an kursu öğreticilerinin sayısını da artıracağız.” dedi.

DİYANET AKADEMİSİ GELİYOR

Diyanet İşleri Başkanlığı’nın, ‘Diyanet Akademisi’ adı altında yeni bir akademi kurmayı planladığını da söyleyen Bozdağ, “Bu akademi, Diyanet İşleri Başkanlığı bünyesinde görev yapacak personelin bir kısmının adaylık eğitimini yapacak, diğer bir kısmının da meslek içi ve öncesi eğitim ve öğretimini yapacaktır” diye konuştu.

“İKİ BÖLÜMDEN OLUŞACAK”

Hükümet Sözcüsü kurulması planlanan akademiye ilişkin şu bilgileri verdi:

“(Diyanet Akademisi) Dini Yüksek İhtisas Merkezleri ve Diyanet Eğitim Merkezleri olarak iki bölümden oluşacak. Dini Yüksek İhtisas Merkezleri müftülerin, vaizlerin ve özel ihtisas gerektirenlerin eğitim ve öğretimini yapacak. Diyanet Eğitim Merkezleri, imam hatip, Kur’an kursu öğreticisi ve müezzin-kayyımların adaylık ve meslek içi eğitimlerini yapacak.

Bu kanun yürürlüğe girdikten sonra belli bir süre buralarda eğitim ve öğretim almayanlar doğrudan imam hatip kadrolarına, Kur’an kursu öğreticisi kadrolarına, müezzin-kayyım, vaiz ve müftü kadrolarına atanamayacaklardır.”

Kısa bir süre içinde imam hatip, Kur’an kursu öğreticisi ve müezzin-kayyım alım sınavı için ilana çıkılacağını da söyleyen Bozdağ, rakamların bu ay sonu açıklanacağını ve böylece boş olan kadroların doldurulacağını belirtti.

HURİYE MARTI KİMDİR?

Prof. Dr. Huriye Martı, 1974’te Ankara’da dünyaya geldi. Konya İmam-Hatip Lisesi ve Selçuk Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nden mezun oldu. Aynı üniversitede “Rasûlullah’ın Hanımları Konu Alan Rivayetlerinin Değerlendirmesi-Kadın Konulu Uydurma Rivayetler” başlıklı tezi ile 1998 yılında yüksek lisansını, “Birgili Mehmed Efendi’nin Hadisçiliği ve et-Tarîkatü’l-Muhammediyye (Tahkik ve Tahlil)” konulu tezi ile 2005 yılında doktorasını tamamladı.

1999-2000 yılları arasında Ürdün’ün başkenti Amman’da Şuayb el-Arnaûd’un tahkik ve tahric merkezinde eğitim aldı. 2011 yılında Yardımcı Doçent, 2012 yılında Doçent oldu. Diyanet İşleri Başkanlığı’nın “Hadislerle İslâm” adıyla yayınlanan Hadis Projesi’nde editörlük ve yazarlık görevlerini üstlendi.

2011 yılında Diyanet İşleri Başkanlığı Aile ve Dinî Rehberlik Daire Başkanı olarak, 2014 yılında ise Diyanet İşleri Başkanlık Müşaviri olarak atandı. Sünnet perspektifinden kadın, aile, ahlâk ve değer temalı makale, konferans ve tebliğlere imza attı.

Birgivî Mehmed Efendi, Hayatı, Eserleri ve Fikir Dünyası“, “Osmanlı’da Bir Dâru’l-Hadîs Şeyhi: Birgivî Mehmed Efendi“, “et-Tarîkatü’l-Muhammediyye -Muhteva Analizi, Kaynakları ve Kaynaklık Değeri“, “Gülâbâdî ve Maâni’l-Ahbâr’dan Tasavvufî Hadis Şerhleri“, “Hadis, Usul ve Hayat” , “Hadisler Ekseninde Çevre Ahlâkı” isimli kitapları yayınlandı. Evli ve 3 çocuk annesidir.

Prof. Dr. Huriye Martı’nın “İslâm’da kadın” temalı birkaç makalesi:

PEYGAMBER MESCİDİNDE KADINLAR

Mescid-i Nebevî… Bu mescitte başlamıştı kadın ile cami arasındaki ilişki. Peygamberlerini görerek örnek alabilmeyi, konuşmalarını dinleyerek dini öğrenebilmeyi, O’na sorular sorup hediyeler sunabilmeyi ve arkasında saf tutup ibadetin lezzetine ermeyi dileyen kadınlar, Mescid-i Nebevî’nin daimî cemaati arasındaki yerlerini almışlardı.

Medine’yi şereflendiren kutlu misafiri ziyarete gelmişlerdi. O’nun “Allah’ın Rasûlü” olduğuna inanmışlar, yüreklerinde yeni filizlenen bu imanın heyecanı ile bağlılık yemini etmişlerdi: “Ey Allah’ın Rasûlü, Allah’a hiçbir şekilde ortak koşmayacağımıza, hırsızlık yapmayacağımıza, zina etmeyeceğimize, çocuklarımızı öldürmeyeceğimize, kendi uydurduğumuz bir iftira ile hiç kimseyi suçlamayacağımıza, iyiliklerde sana karşı gelmeyeceğimize dair sana söz veriyoruz.”[1] Gruplar halinde kendisiyle tanışmaya gelen kadınların biatini gönülden kabul etmişti Hz. Peygamber. Kadınıyla erkeğiyle, genciyle yaşlısıyla, hürüyle kölesiyle kendisine geleni asla geri çevirmezdi ki…

Bir peygambere iman etmek demek; aklını ve gönlünü, dününü ve bugününü, değerlerini ve kültürünü onun öğrettiği yeni dinin süzgecinden geçirmek demekti. Alışkanlıklar ıslah edilecek, zihniyetler değişecek, güzellikler sürdürülürken yanlışlardan vazgeçilecekti. Bu sonbahar Medine, vahyin rehberliğinde yepyeni hayatlar inşa edildiğine şahit olacaktı. Elbette böyle bir inşaya girişince, emirleri duymak, yasakları öğrenmek, kısacası “eğitimden geçmek” gerekti. İşte bu yüzden Rasûlullah (sav) ilk iş olarak şehirde bir mescit inşa edilmesini istemişti. Eğitimin, ibadetin, siyasetin, her haliyle ve her anıyla hayatın merkezi olacak bir mescit: Mescid-i Nebevî…

Bu mescitte başlamıştı kadın ile cami arasındaki ilişki. Peygamberlerini görerek örnek alabilmeyi, konuşmalarını dinleyerek dini öğrenebilmeyi, O’na sorular sorup hediyeler sunabilmeyi ve arkasında saf tutup ibadetin lezzetine ermeyi dileyen kadınlar, Mescid-i Nebevî’nin daimî cemaati arasındaki yerlerini almışlardı. Son Peygamber “Ben ancak bir öğretmen olarak gönderildim” buyuruyordu.[2] O’nun tebliği, cinsiyet gözetmeksizin toplumun bütün bireylerini muhatap alıyor, dolayısıyla tebliğin vazgeçilmez mekânı olan mescit herkesi kucaklıyordu. Mescidin bir araya getiren, kaynaştıran ve barıştıran gücü sayesinde Medine halkı artık daha huzurluydu.

Allah Rasûlü (sav) “Allah’ın kadın kullarının Allah’ın mescitlerine gelmelerine engel olmayın” buyurmuştu.Doğrusu nebevî mesaj son derece netti: Kadın da erkek gibi Allah’ın kuluydu. Kul Allah’ın, mescit Allah’ın… Aralarına girmeye kim cüret edebilirdi! Tabii ki anne-baba-çocuk aynı ezana icabet edecek; aynı tekbirin coşkusunu, aynı kıraatin huzurunu ve aynı nasihatin etkisini ruhunda hissedecek; ailece birliğe ve dirliğe erecekti.

Peygamberimiz’i bağrına basan ve İslam’ı dokusuna sindiren bu şehirde mahalleler, sokaklar, evler ve eşler muhteşem bir bütünün parçaları olarak aynı kaynaktan beslenmekteydi. Bir tarafta “kendini helâk edercesine”[3] onlar için gayret gösteren bir Peygamber, diğer tarafta da “sanki başlarına bir kuş konmuş gibi”[4] hürmet ve itina ile O’nu dinleyen sahâbîler… Bu “dinleme ve dönüşme” seferberliğinden hiç kimsenin mahrum edilmemesi içindir ki, Allah Rasûlü (sav) “Allah’ın kadın kullarının Allah’ın mescitlerine gelmelerine engel olmayın” buyurmuştu.[5] Doğrusu nebevî mesaj son derece netti: Kadın da erkek gibi Allah’ın kuluydu. Kul Allah’ın, mescit Allah’ın… Aralarına girmeye kim cüret edebilirdi! Tabii ki anne-baba-çocuk aynı ezana icabet edecek; aynı tekbirin coşkusunu, aynı kıraatin huzurunu ve aynı nasihatin etkisini ruhunda hissedecek; ailece birliğe ve dirliğe erecekti. Oysa aradan geçen asırlar boyunca kadınları ve yanlarında getirdikleri yavrularını mescitten uzaklaştıran zihniyet, “ailenin tek ferdine hizmet veren bir cami” modeliyle bu bütünlük şuurunu ne çok zedeledi.

Evet, cemaatinden kadınları uzaklaştırmamış, arkasında namaz kılma şerefinden, sohbetini dinleme zevkinden onları mahrum etmemişti Peygamberimiz. Hatta iş güç sebebiyle diledikleri kadar camide bulunamadıklarından şikâyet eden hanımlar, “Yâ Rasûlullah! Senin sözlerinden hep erkekler faydalanıyor. Bize de özel bir gün belirlesen, o gün sana gelsek de Allah’ın sana öğrettiğinden bize de öğretsen” şeklinde ricada bulununca, kararlaştırdıkları zaman ve mekânlarda onlara özel dersler vermişti.[6] Çünkü Allah Rasûlü (sav), kadına emek vermenin sadece bir Müslümanı yetiştirmek değil, aynı zamanda bir nesli eğitmek anlamına geldiğini biliyordu. Annesinin kucağında camiyle tanışan taze bir canın, olgunluğa doğru attığı her adımda bu tanışmanın izlerini taşıyacağını farkındaydı. İşte bu yüzden “Uzun uzun kıldırma isteğiyle namaza başlıyorum ki o esnada bir çocuk ağlaması işitiyorum. Annesinin onun ağlamasından dolayı sıkıntıya düşeceğini bildiğimden namazı kısa tutuyorum” diyordu.[7] Anne orada olmalıydı. Zihnini ve gönlünü mescitte terbiye etmeliydi. İyiyi, doğruyu, hakikati öğrenmeli, evlâdına da öğretmeliydi. Oysa camide verilen kıymetli vaazlardan, hutbelerden, ders halkalarından kadınları uzaklaştıran zihniyet, onları cehaletin kucağına, hurafe ve bâtıl inanışların kör kuyusuna nasıl da terk etti.

Peygamber mescidi, Müslüman toplumun bütün kodlarını içinde barındıran bir çekirdek gibiydi. Peygamber Efendimiz orada cemaate imamlık yapar, kendisine danışmaya gelenleri dinler, davalara dair kararlar verir, resmî heyetleri kabul eder, çocuklara isim koyup dua eder, folklorik gösterileri izler, şehrin sorunları hakkında konuşmalar yapardı. Dolayısıyla O, kadınları sadece ibadete değil, sosyal hayatın aktığı en canlı ortamda “var olmaya” davet ediyordu. Kimi zaman karanlıkta evden çıkmayı gerektirse de bu var oluşu engellememeleri için erkekleri uyarıyor, “Hanımlarınız geceleyin mescide gitmek için sizden izin istediğinde onlara izin verin” buyuruyordu.[8] Böyle bir nebevî ikaz hemen uygulama alanına yansıyor, Hz. Âişe’nin ifadesiyle, “İnanan kadınlar örtülerine bürünerek Rasûlullah ile beraber sabah namazına katılıyor, namazı eda ettikten sonra da evlerine dönüyorlardı da henüz ortalık alaca karanlık olduğundan dolayı kimse onları tanıyamıyordu.” [9]

Hanım sahâbîler vakit namazlarının yanı sıra Müslümanların haftalık buluşması anlamına gelen cuma namazlarında da cemaatin arasındaydılar. Ramazan ve Kurban Bayramlarının sabahında dualarla arınan, affa nail olan saflar… Peygamber Efendimiz bu nadide zamanlarda da kadınların cemaatle birlikte saf tutmasını ısrarla istiyor, bütün kadınların bayram sabahı namazgâha gelmesini emrediyordu.

Hanım sahâbîler vakit namazlarının yanı sıra Müslümanların haftalık buluşması anlamına gelen cuma namazlarında da cemaatin arasındaydılar. Resûl-i Ekrem (sav)’in cuma hutbelerini öyle düzenli takip edenler vardı ki, mesela Ümmü Hişâm bnt. Hârise “Ben Kâf suresini Rasûlullah’ın dilinden dinleyerek öğrendim. Bu sureyi her cuma hutbe irad ederken minberde okurdu” diyordu.[10]

Ve ilâhî rahmetin yılda iki defa bir başka güzellikte tecelli ettiği bayram namazları… Ramazan ve Kurban Bayramlarının sabahında dualarla arınan, affa nail olan saflar… Peygamber Efendimiz bu nadide zamanlarda da kadınların cemaatle birlikte saf tutmasını ısrarla istiyor, genciyle yaşlısıyla, bekârıyla hatta âdetli olduğu için namaz kılamayacak durumda olanıyla bütün kadınların bayram sabahı namazgâha gelmesini emrediyordu. Âdetliler namaz kılanların biraz gerisinde duracak ama onlarla birlikte tekbir getirecek, dualara ortak olacak, bereketten nasibini alacaktı.[11] Üzerine alacak bir örtüsü olmadığı için namaza katılamayacağını ifade eden bir hanıma, arkadaşından ödünç şal alarak gelmesini söyleyen Allah Rasûlü (sav)[12] kadınıyla erkeğiyle içinde yaşadığı toplumun “insanına” değer verdiğini daha nasıl anlatabilirdi?

İnsan olmakla, yeryüzünün şerefli halifesi kılınmakla bizatihi değerli olan bir kadının Allah’ın mescitlerinde kıbleye dönüp alnını secdeye koymaktan, huşu ve tefekkürle hutbeyi dinleyip irfanla buluşmaktan daha doğal bir hakkı olabilir mi?

“Hanımlar çocuklarınıza sahip çıkın! Mümkünse onları da alıp mescitten çıkın!” mantığı ile hareket eden kalabalıkların, Rasûl-i Ekrem (sav)’in sünnetine uygun davrandığı söylenebilir mi?

Rahatsızlığa sebebiyet vermemeleri için erkekleri namazın bitişinde bir süre oturtup mescitten önce hanımların çıkmasını sağlayan bir Peygamber’in nezaketi neden bu kadar uzağımızda kaldı? Ve rahatsızlığa sebebiyet vermemeleri için kadınlara güzel kokular sürmeden camiye gelmelerini tembihleyen bir Peygamber’in feraseti niçin bu kadar çabuk unutuldu?

Zaman aktı. Algılar değişti. Olumsuz yargılar perçinlendi. Rasûlullah (sav)’ın sünnetini tatlı bir hatıra gibi yâd eden diller, onunla çelişen yasaklar koyar oldu. Kadınlarımız ve çocuklarımız mescitlerden soyutlandı.

Ailelerine cami adabını ve cemaatle namazın kurallarını öğretmeyenler, “Huzuru bozuyorlar, ibadetin tadını kaçırıyorlar!” diye yanlış davranışlarını bahane ederek onları dışarıda bırakabilir mi?

Rahatsızlığa sebebiyet vermemeleri için erkekleri namazın bitişinde bir süre oturtup mescitten önce hanımların çıkmasını sağlayan[13] bir Peygamber’in nezaketi neden bu kadar uzağımızda kaldı?

Ve rahatsızlığa sebebiyet vermemeleri için kadınlara güzel kokular sürmeden camiye gelmelerini tembihleyen[14] bir Peygamber’in feraseti niçin bu kadar çabuk unutuldu?

Zaman aktı. Algılar değişti. Olumsuz yargılar perçinlendi. Rasûlullah (sav)’ın sünnetini tatlı bir hatıra gibi yâd eden diller, onunla çelişen yasaklar koyar oldu. Kadınlarımız ve çocuklarımız mescitlerden soyutlandı. Ailemiz aynı kubbe altında ibadet etme şansına kavuşabilmek için teravihi beklemekten yoruldu. Gözyaşına ve cıvıltıya hasret kalan camilerimiz ıssızlaştı. Fitneyle başlayan uzun söylemler asırlarımıza mal oldu.

Oysa bir sonbahar Medine’de cemaate devam eden kadınlardan biri olan Âtike bnt. Zeyd, sabah ve yatsı namazlarını dahi Allah Rasûlü (sav)’nün arkasında kılıyordu. Eşi Hz. Ömer buna razı olmadığını söylüyor,[15] Âtike’nin camiye devamına şaşıranlar, “Ömer’in bundan hoşlanmadığını ve seni başkalarından kıskandığını bildiğin hâlde neden geliyorsun?” diye soruyordu. Bu Medineli hanımefendinin cevabı şöyleydi: “Onu Allah Rasûlü (sav)’nün ‘Allah’ın kadın kullarının mescide gitmelerine engel olmayın’ sözü alıkoyuyor.”[16]

Hz. Ömer’in oğlu Abdullah da bir gün oğullarına Rasûlullah (sav)’ın aynı cümlelerini aktarıyordu. Bir oğlu kalkıp “Vallahi onları engelleriz!” diye yemin ederek karşı çıkıyor, Resûl-i Ekrem (sav)’e bu kadar yakın bir ailenin evlâdı bile, kadının fitne çıkarmak için kullanacağı kaygısını taşıyarak bu izni yok sayabiliyordu.[17] Oysa sakin bir insan olmasına rağmen o zamana kadar duyulmamış biçimde ağır sözlerle oğlunu azarlayan babasının cevabı, sadece ona değil, bugünün Müslümanına da ders olacak nitelikteydi: “Ben sana Allah’ın Peygamber’i şöyle buyurdu diyorum, sen hâlâ ‘Biz onlara müsaade etmeyiz’ diyorsun!”[18]

Dipnotlar

1. Nesâî, Biat, 18.

2. Dârimî, Mukaddime, 32.

3. Kehf 18/6.

4. İbn Hanbel, IV/278.

5. Buhârî, Cuma, 13.

6. Buhârî, İ’tisâm, 9.

7. Buhârî, Ezan, 65.

8. Buhârî, Ezan, 162.

9. Buhârî, Mevâkît, 27.

10. Müslim, Cuma, 52.

11. Müslim, Salâtü’l-îdeyn, 11.

12. Buhârî, Salât, 2.

13. Buhârî, Ezan, 152.

14. Ebû Dâvûd, Salât, 52.

15. Muvatta’, Kıble, 6.

16. Buhârî, Cuma, 13.

17. Müslim, Salât, 138.

18. Müslim, Salât, 135.

SÜNNET PERSPEKTİFİNDEN KADININ KONUMU VE ONURU

Çağlar boyu zihinleri yönlendiren olumsuz kadın imgesi, Allah Resûlü’nün tebliği ile olumlu bir anlama doğru evrilmiştir. Hz. Âdem’in cennetten çıkarılışını eşinin hatasına bağlayan(1), dolayısıyla dünyadaki ilk adımdan itibaren kadını erkeğin yanında değil karşısında konumlandıran bir inanış, öncelikle Kur’ân tarafından reddedilmiştir. Hz. Âdem’i aldatanın Şeytan olduğunu ısrarla yineleyen Kur’ân(2), iki eşin Şeytan’a birlikte kandıklarını ve hatayı birlikte işlediklerini(3), sonuçta da birlikte cezalandırıldıklarını(4) anlatmaktadır. Yaratılışa kadar uzanan böyle bir aslî günah suçlamasının önüne geçmekle Kur’ân, kadının hangi konumda var edildiğini doğru olarak anlamamıza da imkân hazırlamaktadır.

Hz. Peygamber’in (sav) kadının konumu hakkında genel çerçeveyi belirleyen değerlendirmelerine geçmeden önce, onun sünnetinde bu konumun tedirginlik veren bir boyut taşımadığına dikkat çekmek isteriz. “Bana dünya nimetlerinden kadın ve güzel koku sevdirildi. Namaz ise, gözümün nuru kılındı.”(5) diyen bir Peygamber, kadının Allah (cc) ile erkek arasında bir engel değil, bir bağ olduğuna işaret etmektedir. Dinin doğru anlaşılması ve yaşanması noktasında kadının yaratılışı gereği özel imkânlar oluşturduğunu söyleyen de yine Hz. Peygamber’dir: “Allah, kime iyi huylu bir hanım lütfetmişse, ona dininin yarısında yardım etmiş demektir. Artık diğer yarıyla ilgili olarak da Allah’a karşı kendisine çeki düzen versin.” (6)

Kadın, soyun devamlılığını mümkün kıldığı, günlük gereksinimleri karşılamada özveri ile çalıştığı, erkeğin yaşamını kolaylaştırdığı ve onun tekâmülüne imkân hazırladığı için mi değer taşır? Yoksa değerini, insan oluşundan ve bununla bağlantılı bir misyon yüklenişinden mi alır? İnsan gerçekliğinin kadın ve erkek olarak iki farklı ama birbirini tamamlayan boyutta yaratıldığını hatırlayarak soruyu yeniden şekillendirmek gerekirse; kadını dikkate almadan insan hayatını okumak, insanı anlamlandırmak ve onun varoluşsal-teolojik dünyasını kavramak ne kadar mümkün olabilecektir? İşte bu noktada, Allah Resûlü’nün kadını tanımak ve tanıtmak üzere attığı adımları, sadece haklar ve sorumluluklar ilişkisi üzerinden okumanın yetersizliği ortaya çıkmakta; insanın bütünlüğü ve amacı düzeyinde bir bakış açısı olmaksızın kadının konumunu kavramak imkânsızlaşmaktadır. İnsan hayatını ve temel dinî metinleri anlarken kadının kendine özgü bir anlam alanı oluşturduğu ve böyle bir alanın başka hiçbir varlık tarafından doldurulamaz bir nitelik taşıdığı gözden uzak tutulmamalıdır.

Yeniden yaratılışın başlangıcına baktığımızda Allah’ın, insana atıfta bulunarak, meleklerine “Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım”(7) buyruğunda ve insanları “yeryüzünün halifeleri” kıldığına dair âyetlerinde(8) herhangi bir cinsiyetten bahsetmediğini görürüz. Bu, hem erkeğin hem de kadının Allah’ın rızasına uygun bir biçimde dünya hayatını şekillendirmekle görevlendirilmiş olduğu anlamına gelmektedir. Halife sıfatıyla yaratılmış olması, kadının değerini bizzat kendi varlığından alması için yeterlidir. Bir başka deyişle İslâm, kadına erkek üzerinden ya da erkek dolayımında değer vermeyi değil, insan merkezli düşünerek yaklaşmayı tavsiye etmektedir. Kur’ân’ın, kadın ve erkeğin aynı davranışı sergilediklerinde aynı karşılığı alacaklarını, yani mükâfatta da(9) cezada da(10) birbirlerine denk olduklarını belirtmesi; her ikisinden de aynı iffetli duruşun beklendiğini,(11) buna karşılık Allah katındaki önceliğin ise, cinsiyet ve benzeri özelliklere göre değil takva duygusundaki derinliğe göre elde edildiğini ifade etmesi,(12) hep bu ilkeyi güçlendirir niteliktedir. “İman eden erkekler ve iman eden kadınlar birbirlerinin dostudurlar.”(13) âyetinde iyi işlerde ortak olduklarında kadını ve erkeği sonsuz cennet nimetleri ile ödüllendireceğini vadeden Allah Teâlâ, “Münafık erkekler ve münafık kadınlar birbirlerindendir.” diye başlayan âyetlerde ise, kötülükte işbirliği yaptıklarında cehennemde de bir arada ceza göreceklerini ve aynı lâneti hak edeceklerini haber vermektedir.(14)

Sonuçta hem kadından hem de erkekten insan olmanın onuruna uygun davranışlar isteyen Allah Teâlâ’nın her iki cinsi de aynı ifadelerle betimlemesi manidardır: “Onlar size örtüdürler, siz de onlara örtüsünüz.”(15) âyette “onlar” diye zikredilenler, erkeklerin eşleridir. Bu noktada eş kavramı, kadın ve erkeğin buluştukları, paylaştıkları ve anlam dünyalarını kaynaştırdıkları bir alana işaret etmesi bakımından önemlidir. “Ve O iki eşi; erkeği ve kadını yarattı.”(16) âyetiyle Allah, kadın ve erkeğe “eş” diye seslenirken, onların birbirlerine göre hangi konumda var edildiklerini de ifade buyurmaktadır. Elbette eş olmak, kadın ve erkek için hayatta var oluşun yegâne boyutu değildir. Ancak, çoğu kere insanın hayata tutunma çabasında bir eşin varlığı öncelikli yer tutmaktadır.

“Kendileri ile huzur bulasınız diye sizin için kendi cinsinizden eşler yaratması ve aranızda bir sevgi ve merhamet var etmesi de O’nun (varlığının ve kudretinin) delillerindendir.”(17) âyeti, eşlerin birbirlerine ne sunmaları ve ilişkilerinin hangi bağlarla güçlenmesi gerektiğini açıkça ifade et mektedir. Birlikte yaşamanın ve insanî ihtiyaçları gidermenin çok ötesinde, imtihanı birlikte göğüsleme, hayatı birlikte tanıma, anlamlandırma ve yönlendirme mânâsına gelen eş olma statüsü, kadını ve erkeği doğal olarak birbirlerinin yanı başına yerleştirmektedir. İnsanın eş seçme ve eşi ile kendini tanımlama çabası dikkate alındığında, erkek gibi kadının da tamamlayıcı, bütünleyici ve destekleyici konumu belirginleşecektir.

Kadının henüz erkek seviyesinde bir yetki ve yeteneğe sahip olmadığı düşüncesiyle alt basamaklarda konumlandırıldığı cahiliye söylemlerinin bitiminde Hz. Peygamber (sav) “Kadınlar, erkeklerle birlikte bir bütünü tamamlayan diğer yarıdır.”(18) buyurmuştur. Zannedilenin aksine kadının gâyet geniş ve derin bir varlık alanına sahip olduğunu vurgulayan bu zihniyetin temelinde, onun erkeği bütünleyerek insanı anlaşılır kılan yönü yer almaktadır. Adeta insan, karşı cinsiyle insanlığını tamamlamaktadır. Bu bağlamda birbirine eş olarak yaratılmak, eşit yaratılmayı çağrıştırmamalıdır. “Bir bütünün iki yarısı” formülü de sınırları belli bir bütünlük içerisinde tıpatıp benzerliğe sahip iki yarımı tasvir etmemektedir. Mesele, kadının ve erkeğin yaratılıştan getirdikleri farklılıklar sayesinde kendilerinde olmayanı görebilen ve eksiklerini tamamlayarak birbirlerini üretebilen bir potansiyele sahip olmalarıdır. Böyle bir potansiyelle yaratılma noktasında kadın ve erkek eşdeğerdir. Dolayısıyla, kadının “kendine özgü bir alan” açması, sınırları açıkça çizilemeyecek bir anlam dünyasına erkeği taşıyarak ona yeni bir perspektiften önce kendini, sonra da hayatı tanıma fırsatı sunması demektir.

Hz Peygamber (sav), erkek ve kadının birbirine olan fazlalıklarını yani farklılıklarını bir bütün imgesi içinde uzlaştırır; birbirini tamamlayan ortak bir desene dönüştürür ve böylece onları bir çatışma unsuru olmaktan çıkarır. Bu durumda kadının, “diğer yarı” olduğu fikri, onunla ilişkinin rengini belirlemede de zemin teşkil etmektedir. Bu zemin, kadın ve erkek arasında dikey ve tek yönlü değil, döngüsel ve çift yönlü bir ilişkiyi gerekli kılmaktadır. Nitekim Kur’ân’daki “birbirine örtü” vurgusunun benzeri biçimde, Allah Resûlü de “Dikkat edin! Sizin hanımlarınız üzerinde hakkınız olduğu gibi, hanımlarınızın da sizin üzerinizde hakkı vardır.”(19) buyurarak bu güçlü döngüye ve olması gereken dengeye dikkat çeker. Dengenin taraflardan birinin lehine bozulmasına ve diğer tarafın mağdur olmasına izin vermeyen bir tavırla O (sav), “Sizin en iyileriniz, hanımlarına karşı en iyi davrananlarınızdır.” (20) demektedir.

Kadının potansiyeli, tarih boyunca suiistimale, ötelenmeye ve karşılıksız tüketilmeye açık olmuştur. Bu tehlikeyi bertaraf etmek adına Allah Resûlü, kadın ve erkek arasında bir mülkiyet ilişkisi olmadığını, kadının el altında bulundurulan bir nesne olarak konumlanamayacağını, dolayısıyla kimsenin eşi üzerinde dilediğince tasarrufta bulunma yetkisi taşımadığını anlatmıştır. Bunları anlatırken kullandığı “Allah’ın emaneti” ifadesi ise, kadına karşı ne derece özenli ve bilinçli davranılması gerektiğini gösterir: “Kadınlar hakkında Allah’tan korkun. Çünkü siz, onları Allah’ın emaneti olarak aldınız ve Allah’ın adını anarak (nikâh kıyıp) onları kendinize helâl kıldınız.”(21) Böyle bir ifade, o günün insanı için şaşırtıcı olmuş; kadının insanî haklar paydasında erkekle buluştuğunu kabullenmeleri zaman almıştır. Hz. Ömer (ra), bu durumu şöyle tasvir etmektedir: “Biz Cahiliye döneminde kadına zerre kadar değer vermezdik. İslâm gelip de Allah onlardan bahsedince, üzerimizde hakları olduğunu öğrendik ama yine de onları işlerimize dâhil etmek zorunda olmadığımızı düşünüyorduk. Bir gün eşimle aramda bir tartışma geçti ve eşim bana karşı ağır konuştu. Ona ‘Haddini bil!’ dedim. Bunun üzerine eşim şöyle cevap verdi: ‘Sen beni böyle azarlıyorsun ama (Resûlullah’ın eşi olan) kızın Hafsa, Resûlullah’ın karşısında kimi zaman onu üzebilecek kadar rahat konuşmaktan çekinmiyor.”(22)

İlâhî vahyin ilk muhatapları, kadının varlığı gereği sahip olduğu özdeğeri öğrendiklerinde davranışlarını gözden geçirmek durumunda kalmışlardı. Zira “Dünya bir geçimliktir. Dünyanın en değerli varlığı ise, iyi huylu bir kadındır.”(23) diyerek kadının değerini açıkça dile getiren Hz. Peygamber’in zarif tavrı, yıllardır içinde büyüdükleri geleneğin yerleşik yapısına aykırıydı. Kadının şiddete maruz kalmasına asla izin vermeyerek; “Sakın sizden biri karısını köle döver gibi insafsızca dövmesin! (Hayret) Bir de o günün sonunda karısına sarılıp yatar!”(24) buyuran bir yaklaşım, kadını köle benzeri ikinci sınıf insan olarak algılayan zihin kalıplarıyla uyuşmuyordu. Dolayısıyla Hz. Peygamber’in sünneti, maddî ve mânevî anlamda kadın için ciddi getirilerinin yanı sıra, erkek için de zihinsel bir dönüşümü ve yeni bir yaklaşım tarzını gerekli kılıyordu.

Sonuç olarak diyebiliriz ki, geniş bir perspektiften bakıldığında, Allah Resûlü’nün kadınlara karşı anlayışlı, şefkatli ve saygılı tavrının, aslında yeryüzünün şerefli halifesi olan insana karşı genel yaklaşımının bir uzantısı olduğunu görmek zor olmayacaktır. Söz konusu tavırla Allah Resûlü (sav), kadının, sahip olduğu nitelikler, yetenekler ve tecrübeler ile hayatın her alanına yeni imkân ve açılımlar getirebileceğini ve böylece kendi sorumluluğunu üstlenebileceğini öğretmiştir. 1400 yıl sonra bugün İslâm toplumlarında kadının konumuna baktığımızda hiç de iç açıcı olmayan tablolar karşısında esefle başımızı öne eğmekteyiz. Allah Resûlü olumsuz kadın algısının düzeltilmesi için emek verdiyse de algı bozukluğunda ısrarın boyutları ürkütücüdür. Abdullah b. Ömer, “Biz Hz. Peygamber zamanında hakkımızda vahiy iner de azarlanırız korkusuyla kadınlarımıza karşı kötü söz söyleyemez ve istediğimiz gibi davranamazdık. Ne zaman ki, Hz. Peygamber vefat etti, işte o zaman ağır konuşmaya ve rahatça dilediğimizi yapmaya başladık!”(25) der. Bu samimi itirafı dinlediğimizde bugüne kadar hangi bakışın, neden ve nasıl taşınarak zihinlerimizi etkisi altına aldığını bir defa daha düşünmemiz gerekmez mi?

Kadının hayatın bir bölümüne sıkıştığı ve ikincil hizmetlerle görevlendirildiği konumun anlamsızlığı, hatta toplumsal gelişimi ne derece sekteye uğrattığı ortadadır. Hz. Peygamber, kadının saygın varlığını kabullenen, kimliğini tanıyan ve ayrı bir kişilik olarak hayatta yer edinmesini destekleyen bir bakışla insanlığı tanıştırmıştır. Zira böyle bir bakış, kadına hakkını teslim etmekle kalmayacak, onun var olan donanım ve hak edilmiş statüsünü açığa çıkararak toplum yararına sunabilmesinin önündeki engelleri de bertaraf edecektir.

Dipnotlar:

1-Kitab-ı Mukaddes, Yaratılış 3/1-24.

2 Tâhâ 20/120.

3 Bakara 2/36-38, A’râf 7/22; Tâhâ 20/121-123.

4 A’râf 7/27; Tâhâ 20/121.

5 Nesâî, Işratü’n-nisâ’, 1.

6 Hâkim, Müstedrek, II/175, h.no: 2681.

7 Bakara 2/30.

8 Neml 27/62; Fâtır 35/39.

9 Âl-i İmrân 3/195.

10 Mâide 5/38; Nûr 24/2.

11 Nûr 24/30-31

12 Hucurât 49/13.

13 Tevbe 9/ 71-72.

14 Tevbe 9/67-68.

15 Bakara 2/187.

16 Necm, 53/45.

17 Rûm 30/21.

18 Ebû Dâvûd, Tahâret, 94.

19 Tirmizî, Radâ, 11.

20 Tirmizî, Radâ, 11; İbn Mâce, Nikâh, 50.

21 Müslim, Hac, 147; Ebû Dâvûd, Menâsik, 56.

22 Buhârî, Libâs, 31; Müslim, Talâk, 34.

23 Müslim, Radâ, 64.

24 Buhârî, Nikâh, 94, Edeb, 43.

25 Buhârî, Nikâh, 81.