Vehbe Zuhayli: Müslümanlar Kur’an ve Sünnetle Yeniden Tanışmalı
1989 yılından vefatına (2015) kadarki dönemde Şam Üniversitesi İslâm Hukuku Ana Bilim Dalı başkanlığını yapan Vehbe Zuhayli’nin Türkiye’de en bilinen eserleri olarak İslâm Fıkıh Ansiklopedisi, Tefsiru-l Münir, Tefsiru-l Veciz ve Fıkıh Usulü sayılabilir.
1989 yılından vefatına (2015) kadarki dönemde Şam Üniversitesi İslâm Hukuku Ana Bilim Dalı başkanlığını yapan Vehbe Zuhayli’nin Türkiye’de en bilinen eserleri olarak İslâm Fıkıh Ansiklopedisi, Tefsiru-l Münir, Tefsiru-l Veciz ve Fıkıh Usulü sayılabilir.
Vehbe Zuhayli, 1932 yılında Şam’ın kırsal kesiminde dünyaya geldi. İlk ve orta öğrenimini Şam’da tamamladıktan sonra yine Şam’da Şeriat Fakültesi’ne girdi. 1952 yılında Şeriat Fakültesi’nden birincilikle mezun olduktan sonra Mısır’a gitti ve orada yüksek ilim tahsiline başladı. Aynı zamanda el-Ezher Üniversitesi’nde Şeriat Fakültesi ve Edebiyat Fakültesi Arap Dili ve Edebiyatı bölümünü, Ayn Şems Üniversitesi’nde ise Hukuk Fakültesi’ni okudu.
Vehbe Zuhayli, doktorasını yaptıktan sonra Şam Üniversitesi Şeriat Fakültesi’ne 1963 yılında okutman olarak atandı. 1969 yılında asistan, 1975 yılında profesör oldu. Şeriat Fakültesi, Hukuk Fakültesi ve Edebiyat Fakültesi’nde dersler verdi. 1972-1974 tarihleri arasında; Libya’da Bingazi Üniversitesi’nde, Sudan’da Ümmü Derman ve Hartum üniversitelerinin şeriat fakültelerinde de dersler verdi. Bu iki üniversitede yüksek eğitim alan öğrencilere fıkıh ve usulü hakkında, ayrıca 2000 yılında Sudan’da ve diğer Afrika Üniversitelerinde genel konularda seminerler verdi.
Vehbe Zuhayli, öğretim seyahatlerinden en uzununu Birleşik Arap Emirlikleri’ne gerçekleştirdi. Burada 1984’ten 1989’a kadar beş sene kaldı ve bu zaman içinde “Tefsirul Münir” adlı tefsirini kaleme aldı. Şam’da bulunan Esir Radyosu’nda, insanın hayatına yön verici dersler yaptı. Bu dersler; tefsir, Kur’an-ı Kerim’de anlatılan kıssalar ve hayata dair mühim konuları kapsamaktaydı. Bu derslerini “Tefsirul Vasıt” adlı eserinde topladı. 1989 yılından vefatına (2015) kadarki dönemde Şam Üniversitesi İslâm Hukuku Ana Bilim Dalı başkanlığını yapan Vehbe Zuhayli’nin Türkiye’de en bilinen eserleri olarak İslâm Fıkıh Ansiklopedisi, Tefsiru-l Münir, Tefsiru-l Veciz ve Fıkıh Usulü sayılabilir. İslâm Fıkıh Ansiklopedisi, Tefsiru-l Münir ve Fıkıh Usulü kitapları Bilimevi Yayıncılık tarafından basılmaktadır.
Emin Saraç Hocaefendi, Hamdi Aslan ve H. İbrahim Kutlay’ın katıldığı; modernizm, diyalog, sünnetin teşriî değeri ve Hz. İsa’nın nüzulü gibi konularda 2006 yılında kendisi ile yapılmış olan bazı röportajlarda paylaştığı fikirleri şöyledir:
Türkiye’de akademik ortamda genel olarak bir tür modernist temayülün egemenliğinden bahsetmek mümkün. Bu akımın karşısında yer alanlar ise modernistler tarafından “geleneği” kutsallaştırmak ve gelenek taklitçiliğiyle itham ediliyorlar. Siz özellikle el-Fıkhu’l-İslâmî ve Edilletuhû adlı ansiklopedik çaptaki çalışmanızın Türkçeye çevrilmesinden sonra Türkiye’de çok bilinen bir şahsiyet oldunuz. Bu yüzden bu meyanda yapacağınız değerlendirmelerin önemli olduğunu ve Türkiye halkları üzerinde, hatta akademik çevrelerde etkileri olabileceğini düşünüyoruz. Modernistleri ve gelenekçileri nasıl değerlendiriyorsunuz?
Dini Haberler Grup sayfamıza katılmak için >>> TIKLAYINIZ
Rahman ve rahim olan Allah’ın adıyla… Modernistler diye adlandırılan kesimin, İslâmî düşünme biçiminden kendilerini soyutladıklarını, buna muhalif durduklarını ve hatta düşmanlık yaptıklarını düşünüyorum. Bunlar, Batı kültüründen ve ithal düşüncelerden yoğun olarak etkilenmiş kimselerdir. Bu akım, Kur’an-ı Kerim’de ve Sünnet-i Nebeviye’de açıklanan Allah’ın dini ile çatışmaktadır.
Biz ilmî gelişme hususunda hiç kimseye mani olmayız. Her sahadaki modern ilimlerin sonuçlarından faydalanma, endüstri, ziraat, uzay bilimleri, kara ve deniz bilimleri de dâhil olmak üzere her alanda muasır kalkınma seviyesine ulaşma konusunda İslâm ümmetinin Batı’yla rekabet etmesine kimsenin karşı olması mevzubahis değildir. İslâm bizden bütün bu alanlarda varlık göstermemizi ve başkalarıyla rekabet ederek gelişmemizi ister. Ancak ilmî gelişme dediğimiz şey, İslâm’ın sabitelerince kuşatılmış ve sınırları bu sabitelerle belirlenmiş olmalı. O halde İslâm âlimleri olarak biz otantiklik/özgünlük ile muasırlığı cem etmek durumundayız. Ancak sabitelerimizi korumalıyız. Çünkü onlar beşerî bir aklın ürünü değil; Allah Teâlâ’nın vahyi, kelâmı ve kıyamete kadar varlığını sürdürecek tertemiz, evrensel, son ve yegâne dinidir. Dolayısıyla bu sabiteleri ötelememiz hiçbir şekilde mümkün değildir. Allah’ın dininin ve şeriatının üzerine kurulduğu akaid ve ibadet esaslarını ve muamelât kaidelerini korumalıyız.
Sabitelerle ilgili bu duyarlılık dünyaya açılmayacağız anlamına gelmemektedir. Çünkü bir hadis-i nebevide Hz. Peygamber (s.a.), “Hikmet, müminin yitiğidir; nerede bulursa onu al(malıd)ır.” buyurmaktadır. Dolayısıyla biz iki yönelimi de kendimizde toplamalıyız. Dinimizden ve Rabbimizin şeriatından vazgeçmemiz mümkün değildir. Çünkü bundan vazgeçmek İslâm’dan çıkmak demektir.
Ben modernistleri dinledim ve yazdıklarını okudum. Onlar Allah’ın şeriatını, bu şeriatın esasları ve kaideleri ile amel etmeyi en son sıraya koymak istiyorlar. Sarih şer’i nassları ihmal ediyorlar ve şer’i nassı itibara alma hususunda onu en geri planda tutuyorlar. Mahza/salt akıldan hareket ediyorlar, hâlbuki mahza akıl çoğunlukla yanlış yapar. Çünkü Allah Teâlâ, mahza aklı şeriatın kaynaklarından biri olarak belirlemediğini şu ayet-i kerimesiyle ifade etmektedir: “Eğer gerçek onların heveslerine uysaydı, gökler, yer ve onlarda bulananlar bozulup giderdi.” Öyleyse akıl, insanı saptırmaması ve ona bu dinin asıllarını ihlal ettirmemesi için şeriatın ve vahy-i ilahinin sınırları içinde hareket etmelidir. Bu yüzden biz insanların, tefekkür ve teenni ile hareket etmelerini ve objektif olmalarını öneriyoruz.
Her millet hareket edebilmek ve kalkınmak için kendi temel dinamiklerinden ve sabitelerinden yola çıkarak ve medeniyetinin asıllarını koruyarak bunu yapmak durumundadır. Sahih aklın, hikmetin ve bilincin gereği de budur. Yoksa aklın her ifraz ettiği şeyin vahy-i ilahinin yerine geçmesi söz konusu olamaz. Bu yüzden bizim için “sabiteleri kutsallaştırıyorlar” denmesi anlamsızdır. Sabiteleri tabii ki kutsallaştırmamız ve saygıda kusur etmememiz gerekiyor ama her şeyden önce onları anlamamız lazım. Eğer ilimle ulaşılan şeyler yararlı ve selim ise İslâm’ın buna karşı olması düşünülemez. İslâm ilmin yanındadır; ilme ve âlimlere değer vermiş, İslâm âlimlerine aklı kullanmayı ve düşünmeyi vacip kılmış ve aklî faaliyeti İslâmî bir yükümlülük saymıştır. Dolayısıyla aklî faaliyette bulunmak ve sahih bilginin ortaya koyduklarını almak şer’i bir zorunluluktur. Öyleyse bizim modern hayattan kopuk olduğumuzun ve gelişmelere bigâne kaldığımızın söylenmesi doğru değildir. Mazide takılıp kaldığımız şeklindeki ithamlar hiçbir sağlam esasa dayanmamaktadır. Bizi bu şekilde itham edenlerin asıl kendileri töhmet altındadır. Çünkü onlar Allah’ın dinini ve şeriatını ötelemektedir. Kur’an ve Sünnetin belirlediği şer’i esasların gereklerini yerine getirmemektedirler. Biz zikredilen bu asılları değiştirme yetkisine sahip değiliz. Çünkü bu, hiç kimsenin ihlal ve tecavüz etme ya da bu şeriatın belirlediği bir şeyi reddetme yetkisine sahip olmadığı, ilahi ve Rabbanî bir şeriattır. Bununla birlikte bu ilahi şeriat, dünyaya açılmaya ve farklı kültürleri almaya ve bilimlerin pratik gerçekliğe aktarılmasına ve tercüme edilmesine çağıran ilk dindir. Dolayısıyla bunların istediklerini biz kendi sabitelerimizi kullanarak da gerçekleştirebiliriz.
Yani geriliğin sebebini, sabitelerde değil, Müslümanların, marifet ve bilgilerini pratik gerçekliğe dönüştürme konusundaki ihmalkâr tutumlarında aramak gerekiyor. Hikmetin gereği budur. Her şeyden önce biz Müslümanız. Bununla birlikte bu asırda yaşıyoruz ve insan ihtiyaçlarının ve maslahatlarının gerektirdiği her şeyi saygıyla karşılıyoruz. Zira Allah Teâlâ bu ümmetin aklını ihmal etmediği gibi zihnî ve düşünsel faaliyete, tefekkür ve tedebbüre teşvik etmektedir: “Şüphesiz bütün bunlarda düşünen bir toplum için ibretler vardır.”, “Şüphesiz bütün bunlarda akıl sahipleri için ibretler vardır.”, “Şüphesiz bunda akıl sahipleri için (Allah’ın kudretine) işaretler vardır.” vb. ayetler bu hususu açıklar. Dolayısıyla İslâm’ın getirdiği her şey aklî ve düşünsel çalışmalar için bir hareket noktasıdır. Bu yüzden İslâm’ın ilimle çatıştığını söylemek hiçbir şekilde mümkün değildir. İlmin ulaştığı kesin sonuçların hepsi İslâm’la uyum halindedir.
Son zamanlarda özellikle de Türk akademisyenler arasında bahusus Batı dünyasıyla diyalog yapılması gerektiğini söyleyenler var. Türkiye’de bir cemaat muhtelif platformlar oluşturuyor. Bu platformlardan biri diyalog programları düzenliyor. Bu toplantılarda ateistleri, kâfirleri, Marksistleri ve masonları bir araya getirerek diyalogu gündem yapıyorlar. Bu programları daha önce New York ve Washington’da düzenlediler. Amerikan istihbaratının da bu toplantılarda hazır bulunduğu söyleniyor. Bu programlarda İbrahimî dinlerin birliği savunuluyor. İslâm, adeta Yahudilik ve Hristiyanlıkla eşitleniyor. Üç semâvî din arasında amentü (imanın 6 şartı) üzerinde ittifak olduğu söyleniyor. Bu konudaki düşünceleriniz nelerdir?
İlkeli ve objektif olunması ve ilmî neticelere saygı duyulması koşuluyla dinî, medenî ve kültürel alanlarda diyalogun bir mahzuru yok. Ancak burada suyu bulandıran şey, küreselleşmedir. İşin hakikatinde onlar Müslümanları tanımıyor. Hâlbuki diyalogun ilk şartı ötekini tanımak ve kabul etmektir. Ama onlar küstah ve tepeden bakan tezlerine uygulama yolu açmak ve politik, ekonomik, enformatik ve kültürel küreselleşmenin gereklerini dayatmak için “medeniyetler çatışması” vb. konuları sürekli gündemde tutuyorlar. Dolayısıyla bütün bu yapılanlar Müslümanları sarsmayı ve savurmayı ve vahy-i ilahiyi bozmayı hedefleyen büyük bir aldatmacadır.
Bir diğer husus şu ki, Yahudilik, Hristiyanlık ve İslâm’ı -bu arada İslâm bir kenara atılıyor-bir potada eritip çözmek için İbrahimî din esasından hareket ediyorlar. Gerçekte bu, din değildir. Çünkü din, hatta Hz. İbrahim’in dini, ‘Tevhid’den öte bir şey değildir. Aynı şekilde Yahudilik ve Hristiyanlık dinlerinin -mensuplarının da ifade ettiği üzere- temel ilkeleri yoktur. Bugün elimizde olan Tevrat, Hz. Musa’ya (a.s.) inen Tevrat mıdır? Bugünkü İncil, Hz. İsa’ya (a.s.) inen İncil midir? Onlar bunun mahza tarih olduğunu kabul ediyorlar. Yani onların da itiraf ettiği üzere bu kitaplar Hz. İsa’ya ve Hz. Musa’ya inen kitaplar değildir. Dolayısıyla onlar temelsiz bir zeminde/boşlukta hareket ediyorlar.
Bizim şeriatımız ise -Allah’a hamdolsun- katî olarak sabit ve kıyamete kadar geçerli bir kitap olan Kur’an-ı Kerim’e dayanmaktadır. Dolayısıyla bu durum, İslâm aleyhine kurulan komploları deşifre ettiği için bizim bu dönüşümü ve sinsi planları reddetmemizi gerektiriyor.
Diyalog konusuyla ilgili bir diğer nokta ise şudur. Bu işleri yönlendirenler mugalâta yapıyor ve hakikatleri çarpıtıyorlar. “Allah’a iman ettim” dediklerinde biz diyoruz ki: Bu iman ettiğiniz Allah kimdir? Nasıl bir şeydir? Hristiyanlar onun İsa olduğunu; Yahudiler ise ilahlarının Üzeyir (a.s) veya madde olduğunu söylüyor. Dolayısıyla temel itibariyle sapkın bir tanrı tasavvurları var. Hâlbuki öncelikle imanın üzerine kurulduğu zeminin/ asılların üzerinde ittifak etmemiz gerekir. Öncelikle, birlediğimiz ilahın kimliği ve nasıllığı üzerinde birleşmeliyiz. Onların akidelerinin aslı, yerin ve göğün yaratıcısı, güzel isimleriyle, yüce sıfatlarıyla, üstün buyruklarıyla, mahlûkat üzerindeki kudretiyle, yaşatması, öldürmesi ve tekrar diriltmesiyle temeyyüz eden Allah Teâlâ’yı tevhid (birleme) akidesiyle uyuşmamaktadır. Çünkü onların Allah Teâlâ ile ilgili bütün bu hususlara ilişkin inançları farklıdır. Dolayısıyla her konuda bizden ayrılmaktadırlar.
Bir nokta daha var: Eğer diyalog, diğer dinlerle bir arada yaşamaksa biz buna açığız. Biz zaten başından beri diğer din mensuplarıyla birlikte yaşamaya çağırıyoruz. Onları dinleriyle baş başa bırakıyoruz. Nitekim onları dinleri üzerine bırakmakla, dinlerine karışmamakla emrolunduk. Biz çatışmacı değiliz. Terörü üretenler, İslâm ve Müslüman düşmanlığını besleyenler onlardır. Sürekli olarak İslâm’a ve Müslümanlara saldırmanın yollarını arıyorlar. Dolayısıyla bu şartlardaki diyalog doğru değildir. Eğer bu hususta samimi ve iyi niyetli iseler bilmeleri gerekir ki biz başından beri insanlığı erdeme, barışa, ahlâka, değerlere, birlikte yaşamaya, evrensel medeniyete, diğer halk ve milletlere karşı açık olmaya çağırmaktayız. Öyle gözüküyor ki bu projenin organizatörleri diyalogun hedeflerini belirtirken, “Biz dinimizi muhafaza edeceğiz. Samimi, olumlu, bütün tarafların eşit olduğu, dinler ve medeniyetler arasındaki farklılıklara saygılı bir diyalogun getirilerine karşı olmamız doğru olmaz” diyorlar. Ancak zannedildiği gibi din tekdüze bir şey olmayıp Kur’an-ı Kerim’le çatışan mevcut Tevrat ve İncil’den bütünüyle farklıdır. Eğer söyledikleri gibi bir durum söz konusuysa şunu sormak gerekiyor: Yahudi ve Hristiyanlar, Hz. Peygamberi (s.a.) kabul ediyorlar mı? Hz. Muhammed’in (s.a.) son peygamber olduğuna inanıyorlar mı? Hayır! Öyleyse bunun neresi diyalogtur? Dolayısıyla yürütülmekte olan diyalog inandırıcı değildir. Çünkü diyalogun bir şartı da tarafların birbirini tanımasıdır.
Bir diyalog toplantısında Kıptîlerin papasına, “Gelin makul bir noktada buluşalım -devletlerin birbirini tanımasıyla ilgili diplomatik protokollerde olduğu gibi- siz bizi tanıyın, biz de siz tanıyalım. Bunu yaparsak aramızdaki tartışmalar son bulur ve sorunu çözmüş oluruz” dediğimde diyalog konusundaki samimiyetsizliğinin ifadesi olarak soruya cevap vermedi. Çünkü o bizi tanımıyor ve kabul etmiyor.
Danimarka’dan Suriye’ye bir misyoner grup gelmişti. İçlerinden birinin yüksek bir dinî lider olduğu söylendi. Ona, “Müslüman olur musun?” dediğimde “Ben Müslümanım zaten” dedi. “Müslümansan Hristiyanlıktan çıktın demektir” dedim. Yani bunlar gerçekte bizi çelişkiler yumağı olan bir şeye çağırıyorlar… Hiçbir dinin esaslarına saygılı değiller.
Hristiyanların hepsi aynı mı? Mesela Ortodoksluk, Katoliklik ve Protestanlık gibi mezhepler var.
Aralarında ihtilaflar olmakla birlikte sonuçta hepsi Mesih’i tanrılaştırmaktadır. Bu gerçeği iyi bilmeliyiz. Biz, bir ve tek olan Allah’ı kabul ederken onlar bir beşeri tanrılaştırmaktadır. Önce gelin bu sorunu çözelim. Hz. İsa’nın ilah olması mümkün müdür?! İlahlığın gereği olarak şunu da sormak lazım: Yeryüzünü ve gökleri yaratan kimdir? İddia ettikleri gibi Allah Teâlâ’nın, yetkilerini Hz. İsa’ya devretmiş olması mümkün müdür? Netice itibariyle hak olan biziz. Ancak bu, diğer din mensuplarıyla çatışacağız anlamına gelmemektedir. Aksine onların dinlerine karışmayız. Cehennem onlar için yaratılmıştır.
Buradan hareketle Yahudi ve Hristiyanların cehenneme girmeyeceğini, girseler de ebedî olarak cehennemde kalmayacaklarını öne sürenler var. Bu konudaki görüşünüzü öğrenebilir miyiz?
Kur’an-ı Kerim’de de ifade edildiği üzere “İsrailoğulları: Sayılı birkaç gün müstesna, bize ateş dokunmayacaktır, dediler.” (Bakara, 80). “Biz Allah’ın seçtiği bir milletiz.” dediler. Kur’an-ı Kerim onların bütün bu iddialarını şöyle yalanlamaktadır: “De ki: Ey Yahudiler! Bütün insanlar değil de yalnız kendinizin Allah’ın dostları olduğunuzu iddia ediyorsanız, bunda da samimi iseniz, haydi ölümü temenni edin (de hemen O’na kavuşun)!” (Cuma, 6). Bir Müslüman, Yahudi ve Hristiyanların cehenneme girmeyeceğini söylerse gayr-i Müslim olur.
Bu yaklaşımın sonucunda “dinler bahçesi” gibi üç dini aynileştirmeyi hedefleyen mekânlar oluşturmaya çağırıyorlar.
Sînâ’da üç din mensuplarının ibadet edeceği bir kompleks oluşturmayı Enver Sedat’a da önermişlerdi. Bu yanlıştır. Zıtların birleşmesi mümkün değildir. Bütün tezatları bir şişenin içinde toplamak mümkün müdür? Yani yanlış bir yönelim.
İbn Teymiyye’nin cehennemin ebedi olmadığına dair görüşüne de yaslanarak Yahudi ve Hristiyanların cehennemde ebedi olarak kalmayacaklarını söylüyorlar. Cehennemin ebedi olmadığını söyleyen İbn Teymiyye değildir. Bu görüş İbn Arabi ve İbnu’l-Kayyim el-Cevzî’ye aittir. Bunlar, “Orada ebedi olarak kalacaklardır.” gibi Kur’an nasslarıyla çelişen şaz görüşlerdir.
Diyanet Duyurular Sayfamız için TIKLAYINIZ
Hz. İsa’nın (a.s.) nüzulü konusundaki görüşünüz nedir?
Bu, mütevatir hadislerle sabit bir konudur. Şeyh Abdulfettâh Ebû Gudde (r.a.) bu konuda bir kitap yazarak, ahir zamanda Hz. Mesih’in (a.s.) nüzulünün mütevatir rivayetlerle sabit olduğunu ispat etmiştir. Bu, bizim akidemizin esaslarındandır. Konuyla ilgili birçok hadis vardır ve bunlar, manevi mütevatir derecesine ulaşmıştır. Bu hususu inkâr eden, inkârının sorumluluğuna katlanır.
Vehbe Zuhayli’nin İslâm dünyasının gerilemesindeki sebepler, karikatür olayı, Irak’ta yaşanan gelişmeler ve yeniden hakkı ve adaleti savunan bir medeniyeti nasıl kuracağımız konularındaki görüşleri:
Hz. (s.a.) getirdiği ilahi mesaja uyan Müslümanlar, kısa bir sürede, büyük bir medeniyet kurarak, Endülüs’e ve hatta ticaret yoluyla da olsa Çin’e kadar uzandılar. Fakat bugün Müslümanlar zillet içerisinde ve İslâm coğrafyası kan ve gözyaşında boğulmuş durumda. Sizce Müslümanların gerilemesindeki sebep veya sebepler nelerdir?
İslâm dini kıyamete kadar devam edecek olan evrensel bir dindir ve tüm ilahi dinlerin sonuncusudur. Son ilahi din olan bu dinde, insanın hayatında ve ahiretinde lazım olan her şey mevcuttur. Şöyle ki bu dinde izzet, doğru inanç esasları, toplumların yönetim şekilleri ve ayrıca ferdi vetoplumu yetiştirerek toplumsal düzeni kurma yöntemleri bulunmaktadır. Bu söylediğimiz ana kaynaklar ilahi vahiyden doğmaktadır. İşte bu ilahi kaideler, İslâmî tüm çalışmaları harekete geçirir. İslâm dininin biz Müslümanlara getirmiş olduğu ilahi emir ve yasaklarına uymamamızdan dolayı Müslümanlar olarak hem bölük pörçük olduk hem de gerek siyasi yönden, gerek eğitim yönünden ve gerekse terbiye yönünden dinden çok uzak kaldık. İşte dinimize bu denli uzak kalmamız bizim her konuda başka milletlerden geri kalmamıza sebep oldu.
Müslümanlar her konuda ciddiyetlerini artırarak kendilerini düşmanlarına karşı güçlendirmeli, saflarını birleştirmeli, eğitime önem vermelidir ve yeni teknolojiler üretmelidir. Bunların gerçekleşmesi için de Müslümanların yeniden Kur’an-ı Kerim’e ve Sünnet-i Rasulullah’a dönmeleri gerekir. Kur’an ve sünnetle yeniden tanışma sonucu Müslümanlar kaybettikleri günlerini yakalayabilir.
Batılıların Efendimiz Hz. Muhammed’e (s.a.) bakış acısını ve Danimarka’da meydana gelen karikatür olayını bir İslâm âlimi olarak nasıl değerlendiriyorsunuz?
Batı, her zaman üç çeşit kuvvetin temsilciliğini yapmıştır. Bunlar şirk güçleri, Haçlı güçleri ve Siyonizm’dir. Bu üç güç, her zaman olduğu gibi şimdi de Efendimizin (s.a.) ve getirdiği değerlerin karşısında duruyor. İslâmiyet’in yayılmaya başlamasıyla bu şer güçler Müslümanlara saldırmaya başladı. Bugün olduğu gibi o zaman da İslâm’a yapılan saldırıların arkasında Siyonizm vardı. Ama Peygamber Efendimiz (s.a.) ihlâsla çalışarak, bu üç çeşit askeri güce karşı koyacak İslâm ordularını yetiştirmiştir. İşte Peygamberin askeri akademisinden diplomalı bu mücahit Müslümanlar, Allah’ın da yardımıyla zaferden zafere koşarak bu şer güçleri her zaman mağlup etmişlerdir. Son zamanlarda Müslümanlara yapılan saldırılarda Müslümanlar hep mağlup olan taraf olmuştur. Bunun sebebi ise İslâm düşmanlarının sahip olduğu askeri teknolojiye Müslümanların sahip olamamasıdır. Bu çirkin karikatür saldırısı, İslâm’a ve O’nun Peygamberine yapılan en büyük ve en alçak saldırıdır. Danimarka’da yapılan bu necis saldırıyı daha sonraları Batı dünyası da destekleyerek tekrar etmiştir. İslâm’a ve O’nun mukaddesatına yapılan bu ve benzeri çirkin saldırılar Batı’nın ve Siyonizm’in, İslâm karşısında erimesinin bir tezahürüdür. Batıl, zail olmaya mahkûmdur. Bu çirkin saldırıyı yapanlar insanlıktan ve edepten nasibini almamış alçak yaratıklardır. Tarihte bu saldırıları yapan zihniyetlerle bizleri bir mukayese ediniz.
Daha yakın geçmişte bir film çıkardılar. Bu filmde oyuncunun biri Hz. İsa’yı temsil ediyordu. Mısır’daki El Ezher ulaması bunu şiddetle reddetti. Çünkü biz Müslümanlar, tüm peygamberlere inanırız ve aralarında fark gözetmeyiz. Onlar ise tüm peygamberleri tekfir eder mukaddesata saygı göstermezler.
Bu saldırılara nasıl karşılık verebiliriz?
Bu Haçlı ve Siyonist zihniyet, tarihte yapmış olduğu saldırıları, övünerek okullarda ders olarak okutmaktadır. Bize düşen bu olaylar karşısında susmamaktır. Onlar her zaman maddi menfaatlerine ibadet ederler. Öncelikle mallarını boykot ederek, devlet bazında bizden özür dilemeye zorlamalıyız. Tüm gücümüzle karşılık vermeliyiz. Ta ki Birleşmiş Milletler, bu ve benzer olayların yeniden olmaması için bir kanun çıkarsın. Ayrıca böyle olaylar bizleri dinimize daha bağımlı hale getirmelidir. Dinimizi muhafaza etmeye itmelidir. Böyle saldırılara karşı biz Müslümanların daha uyanık olması lazım ki bir daha böyle çirkin saldırılarla karşı karşıya kalmayalım. Biz Müslümanlar, önceden olduğu gibi bundan sonra da mukaddesatımıza sahip çıkmalıyız.
Son olarak Müslümanların, yaşadığı zilletten kurtularak, yeniden güçlü, hakkı ve adaleti savunan bir medeniyet kurmasının yolu nedir?
Biz Müslümanlar faydalı güçlere sahip bir milletiz. Bizim maden rezervlerimiz, petrol yataklarımız, insan gücümüz ve üretken beyinlerimiz var, Allah’a hamdolsun. Bizde olan nimetler, başka milletlerde yok denecek kadar az. Ama bu saydığım nimetlerin bizde var oluşu bir şey ifade etmiyor. Bu nimetleri kullanacak, canla başla çalışacak ruh gücümüzü ortaya koymamız gerekmektedir ki güç kaybeden dünyayı yeniden Allah Teâlâ’nın razı olduğu şekilde onaralım. Yüce Rabbimiz Kur’an-ı Kerim’inde: ‘Dünyadaki nasibini unutma’ buyurarak, Müslümanların, dünyası için de çalışmasını ifade etmiştir. Bu durumda, Müslümanların daha çok çalışması ve yeni projeler geliştirmesi lazım.
Fatıma Leyal
KAYNAKLAR
1) Vehbe Zuhayli ile Röportaj, Milli Gazete, 25 Nisan 2006, Röportajı yapan: Mehmet Baydemir